Gençlerin ve toplumumuzun şiirlerine, eserlerine ve yaşantısına önem verdiği Kısakürek’in Nakşibendi tarikatına bağlı olduğu pek bilinmiyor. Tam bir m
Gençlerin ve toplumumuzun şiirlerine, eserlerine ve yaşantısına önem verdiği Kısakürek’in Nakşibendi tarikatına bağlı olduğu pek bilinmiyor. Tam bir mutasavvıf olan Necip Fazıl Kısakürek tasavvuf şeyhlerinden Seyyid Abdülhakim Arvasine bağlanmıştı. Bu yolun tadını ve lezzetini alanlardandı. İşte Üstad, ”O ve Ben” adlı eserinde tarikatın esaslarından olan rabıtayı ve yaşadıklarını anlatıyor:
Rabıtanın daha evvel ‘sırası gelecek’ dediğim gayesi, insanda bir kendinden geçme hali. Bu hal doğuncaya kadar, bilhassa zikirde, rabıtaya devam edilecek. Bu halin doğması huzuru işareti. Büyük huzur, tüyleri ürpertici huzur. Huzur meydana gelince de rabıta bırakılacak ve o hal üzerinde kalınacak. Yoksa gaye dururken vasıtaya bağlı kalmak gibi bir tehlike doğuyor ki, huzurun kaybolmasına yol açıyor.
Uçakla Kafdağının tepesindeki billur saraya konduktan sonra tayyarede kalınmaz; köşke girilir.
Gördünüz mü inceliği? Neredeymiş o ‘Allahla kul arasında vasıta olmaz’ diyenler? İşte vasıtanın yeri bu noktaya kadar. Olur, ama bu noktaya kadar olur. Ve bu noktaya kadar vasıtasız hiçbir şey olmaz.
İrşad edicinin, heceler ve kelimeler üstünde, radyo mevceleri halinde nurunu emme ve o yoldan erme işi olan rabıta, öyle bir hayat iksiri ki, gözünüzü kapayıp da kalbinizi mürşidinize açtığınız an sizi aç bir kuzunun anne memesine yapışması gibi bir halet sarıyor. O zaman kafanızda bütün lambaları söndürüyor ve ne ilim, ne fikir hiçbir şey bırakmıyorsunuz. Tam cehle, yüzde yüz bilgisizliğe çıkıyorsunuz. Marifet burada işte!…
Ve her şeyin oradan geldiğini, o nur memesinden ağzınıza ve yüzünüze döküldüğünü görüyorsunuz. O memeye kurutacak kadar asılmayı bilirseniz ne mutlu size! O meme kurumaz; bütün insanlığı Ağustos sıcağında büyük sahrada toplasanız da hepsini birden tek mürşide rabıta ettirseniz yine kurumaz.
Benimse rabıtam sadece şekilde, cesette kalan bir taklit, özenti olmasına rağmen birdenbire yakıcı bir tecelliye kavuştum. Binbir günah, rezalet ve gaflet içinde yuvarlanarak kıldığım namazların kaadelerinde, yani ikişer rekât sonlarındaki oturma yerlerinde ‘Et tahiyyatü’ okurken içime anlatılmaz, ifadeye sığmaz bir baygınlık, tutulma, cezp edilme hissi çökmeğe başladı. Hayır, başka yerlerde değil, yalnız orada ‘Et tahiyyatü’ de… Ve müthişlerin müthişi: Dizlerimiz üstündeki parmaklarımı, kaba ve şekilsiz parmaklarımı, Efendimin ince ve uzun vezinli ve soylu parmakları şeklinde görür gibi olmaya başladım. Parmaklarımın rengini bile değiştiriyor, esmerleşiyordu.
BANKADAN AYRILIŞ
Necip Fazıl Kısakürek aynı eserinde yıllarını vererek çalıştığı bankadan nasıl ayrıldığını da anlatıyor:
O devirde beş yüz liradan fazla aylık aldığım bankadan bir yıldır istifa etmiş bulunuyorum.
1938 yılında bir gün, bankanın Ankara’daki Umumi müdürlük binasındaki odamda aşağı yukarı dolaşırken şöyle demiştim kendime:
– Ne olacak senin halin böyle? Dolap beygiri gibi, yok müfettiş, yok müdür diye dolanıp duracak mısın? Efendi Hazretleri gibi bir kurtarıcıya kavuşturdu seni Allah… Çık bu hesap makinesinin, seksek oyununun içinden; içtimai meşruiyetin neyse ona atıl ve ne olacaksan olmaya bak! Batında olmazken hiç olmazsa zahirde bir şey olmaya çalış! Davanın, cemiyet planına bağlı sözcüsü, fikircisi, aksiyoncusu.
Ve bir hamlede on yıllık emeğim bulunan bankadan istifa etmiş. İstanbul’da bir akşam gazetesinin birinci sayfasında bir fıkra yeri almış, birde yüksek tahsil kademesinde bir hocalık bulmuştum. İki yerden aylığım, bankadakinin ancak yarısını buluyordu ama ne çıkar? Asıllarda başlayan içtimai memuriyetimin eşiğine ayak basmıştım ya…
YORUMLAR